Hangisine İnansak

3

Etiketler: , , , ,

Aşağıdaki linkte Mustafa Kemal Atatürk'ün TBMM V. Dönem 3. Yasama Yılını Açış Konuşmaları bulunuyor. Konuşmalar uydurma değil, bizzat TBMM'nin tarihçesinden...

http://www.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/5d3yy.htm

Konuşmanın bir bölümünde şöyle diyor Atatürk:

"Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların doğmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.(Alkışlar)"

Ayrıca şimdi yıllar önce Milliyet gazetesinde okuduğum bir Can Dündar yazısı geldi aklıma:

http://www.milliyet.com.tr/2006/10/30/yazar/dundar.html

Bu yazıda da yine Atatürk'ün şu sözlerine yer verilmiş:

"Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arapların dinini kabul ettikten sonra bu din Arapların (..) Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi. Bilakis Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. (..)
"Türk milleti birçok asırlar, (..) bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kur'an'ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndü. (..)
"Türk milletini Allah için, Peygamber için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah'la mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. (..)
"... din hissi, dünyanın acısı duyulan tokadıyla derhal Türk milletinin vicdanındaki çadırını yıktı, davetlileri, Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti. (..) Artık Türk, cenneti değil, (..) son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu. İşte dinin, din hissinin Türk milletinde bıraktığı hatıra..."

Ancak aynı Atatürk'ün arşivlerde şöyle fotoğrafları da mevcut:








Bunların da haricinde Atatürk'ün dinle ilgili övücü birçok özlü sözü (“Türk milleti daha dindar olmalıdır... Dinime bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam, öyle inanıyorum.” gibi) kulaktan kulağa dolaşıyor. Ancak yukarıda TBMM'nin tarihçesinde geçen konuşmanın kaynağı ve fotoğraflar, diğer kulaktan dolma sözlerin kaynaklarından daha sağlam gibi gözüküyor.

Şimdi bunların hangisi gerçek, hangisine inanalım? Yorum sizin...

Ahmet Çakar ile Vandalizm

2

Etiketler: , , , , , ,

Dün gece Türk futbolu açısından tarihi bir gece yaşadık. Bir Galatasaraylı olarak sevindim elbet Fenerbahçe'nin böyle bir hezimet yaşamasına. Bir futbolsever olarak da 3 büyüklerin haciz koyduğu şampiyonluğa başka birinin daha talip olması beni mutlu etti. Kendisinden pek hoşlaşmadığım Turkcell Süper Lig son şampiyonu Bursaspor'u canı gönülden tebrik ediyorum. Ancak konu tam olarak bu değil. Benim olayım bambaşka.

Kanaltürk'te Telegol'ü izliyorum maçtan sonra. Fenerbahçeli holiganların Kadıköy'ü yerle bir etmelerinin haberi veriliyor son dakika haberi olarak. Pek sayın Ahmet Hocam kelimesi kelimesine olmasa da özetle şunları diyor:

"Şimdi şöyle bir şey söyleyeyim teşbihte hata olmaz, kimse beni yanlış anlamasın. Bu evlat acısına benziyor. Fenerbahçeli taraftarlar kimseyle kavga etmiyor, bu bir dışavurum. Sinirle ne yapacaklarını şaşırdılar. Türk polisinin bugün daha toleranslı ve anlayışlı olması lazım."

Yani böyle taşkınlıkların hoşgörülmesi gerektiğini, Fenerbahçe taraftarının aslında kimseyle kavga etmediğini, evlat acısı yaşadığını ve bu acısını dışa vurduğunu, polisin taraftarın sırtını pışpışlayıp, "Abi yapma yakışmıyor sana, gel hele senle bir sigara içelim, bir sakinleş" diyerek hoşgörü ve tolerans göstermesi gerektiğini söylüyor.

Milletin camını çerçevesini indirip Bağdat Caddesi'ni savaş alanına çevirecekler, birbirlerini yaralayıp kendilerini hastaneye taşımaya gelen ambulansları bile taşlayıp şoförü kaçırtacaklar, sonra vay efendim "tolerans", vay efendim "hoşgörü"...

Holiganizme ve vandalizme böylesine hoşgörü gösteren, böylesine anlayışlı yaklaşan sayın Ahmet Çakar kendi evinin camı da bir taşla inseydi aynı hoşgörüyü ve vakarı gösterebilecek miydi merak içerisindeyim.

Tespitler Alemi #1

1

Etiketler: , , ,

Bloglarda yeni bir furya başladı. Blogcular akıllarına gelen ilginçlikleri, yaşadıklarını vs. kısa kısa maddeler halinde yazıyorlar artık. Çok da eğlenceli oluyor. Yazan için kolaylık, okuyan için güzel vakit geçiyor. Madem öyle ben de bu işe el atayım dedim. Benim neyim eksik?
  • Şu forward maillerle gelen "on kişiye göndermezsen Allah belanı versin" tarzındaki yazılara hala inanan, endişelenip ona buna gönderen insanlar var ya, işte onları ıslata ıslata dövmek istiyorum. Yıllar geçti, hala mail kutuma düşüyor bu saçmalıklar.
  • Az önce arkadaşım telefonuna "4 asker şehit oldu, herkes dua okusun, bu mesajı herkese gönder" diye bir mesajın geldiğini söyledi. Yakında evlere de dadanacak bu manyaklar. Hayır ciddi ciddi korkmaya başlıyorum. Telefonunu nerden buldunuz adamın hasta mısınız?
  • Geçenlerde sevgili dostum Parahuman'ı ziyaret etmeye kalktım taa Kartal Uğur Mumcu mahallesine gittim. Aydos Ormanı var orda, çok güzel. Uğur Mumcu mahallesi tahmin ettiğimden daha nezih, daha huzurlu bir mekan (daha farklı ne bekliyordum bilmiyorum). Halı sahaya gidip maç izledik, kavga çıktı, çok eğlendik. Uzun süredir gülmediğim kadar güldüm. Niyeyse duygulandım bak şimdi, dostuma buradan selamlarımı iletesim geldi. Aydos'a gidin görün. İstanbul'da hala yemyeşil kocaman ormanlar var. Gerçekten.
  • Uğur Mumcu'ya giderken arkadaşım bana sürekli yolu tarif etti mesajla. "Yaklaşınca sağ tarafında kocaman bir orman göreceksin, ormanı görünce bana mesaj at" dedi. Az sonra bir mezarlığın yanından geçtim. Ağaçlar vardı. "Orman dediği bu galiba" diye telefona yeltendiğimde ağaçlık bitti. "Bu değildir," dedim. Sonra gene ağaçlık bir yerden geçtik, bu seferki biraz daha büyüktü. Mesaj attım arkadaşa. O sırada ağaçlıkların içinde bir hastane gördüm. Endişelendim. Biraz sonra da sağ tarafımda cidden kocaman bir orman gördüm. Meğer bahsettiği orman orasıymış. Eheh.
  • Sokak arasında top oynayan çocukların topu bana doğru gelmeye başladığında ve çocuklar "abi top abii abii topu at abiiee" diye seslenmeye başladıklarında soğuk soğuk terler dökmeye başlarım. "Acaba düzgün vurabilecek miyim? Lan ya ıskalarsam? Top alakasız bir yere giderse" endişeleri sarar dört bir yanımı. Çok kötü futbol oynuyorum arkadaş, ne yapayım?
  • Ha o çocukların "abi top abii top abii" seslenmelerindeki ince imayı da sezmiyor değilim de o anda ecel terleri dökmekle meşgul olduğumdan o sinsi imayı görmezden ve duymazdan gelirim.
  • Bakırköy'e otobüsle gitmiş olanlar bilirler. İncirli Caddesi'nden aşağı inip Zuhuratbaba'yı geçtikten sonra yol bitince meydana doğru sola dönersiniz. İşte tam o caddenin başında sol taraftaki binalardan birinde giriş katta bir dairenin penceresinde yaşlı bir amca otururdu. Pencereden gelene geçene, özellikle minibüs ve otobüslere el sallardı. Sevimli bir amcaydı, tanıyan tanımayan herkes geçerken kendisine el sallardı. Bugün uzun bir zamandan sonra oradan geçerken ister istemez kafamı sola çevirdim ve pencerede amcayı değil, amcanın cama asılmış fotoğrafını gördüm. Pencere kenarında oturup el sallarken çekilmiş bir fotoğrafını yapıştırmışlar cama. Anladım ki amca vefat etmiş. Elim alışkanlıktan havaya kalkar gibi olacakken öylece kaldı. Sonra biraz araştırınca ta geçen yıl vefat ettiğini ve bir sürü insan tarafından tanındığını, Facebook'ta adına grup açıldığını, hatta vefat haberinin Hürriyet gazetesinde yayınlandığını falan görünce bir garip oldum. Bir tek ben tanıyorum sanıyordum o amcayı. Rahmetli bildiğin celebrity imiş. Vay be...
  • "Kıtipiyoz" diye bir kelime var hayatımda hiç kullanmadığım. Aşırı derecede sevimsiz bir kelime. Birisi karşımda kullandığında öylesine rahatsız oluyorum ki anlatamam. Ne anlama geldiğini de az önce öğrendim. "Kıytırık, değersiz," anlamlarına geldiği gibi "mıymıntı" anlamına da geliyormuş. Dünya üzerindeki en gereksiz ve antipatik kelimelerden biridir kendisi.
  • Otobüste sevgilisiyle mesajlaşırken gülümseyen kızları gördüğümde içimde zar zor engelleyebildiğim bir dürtü uyanıyor, uzanıp ne mesaj gelmiş diye bakmak istiyorum. Bir gün cidden bu dürtüyü engelleyemeyip kafayı uzatmaktan ve otobüste linç edilmekten korkuyorum.
  • Hayır ne biliyorsam sevgilisiyle mesajlaştığını, belki arkadaşıyla mesajlaşıyor kızcağız.
  • Son olarak, Ağustos'ta askere gideceğim kesinleşti sevgili okur. Geçenlerde tecilimi bozdurmaya şubeye gittim. En fazla bir saat sonra çıkacağını bilsen de o nizamiyeden içeri girip askeriyenin havasını soluyunca insan işin ciddiyetini anlamaya başlıyor, böyle bir triplere giriyor. Bunu askerliğini yapmış bir arkadaşıma söyledim. "Sen bir de nizamiyeden içeri girip teslim olduğun zaman anlayacaksın işin asıl ciddiyetini," cevabını aldım. Haydi hayırlısı...

Hasretimsin

2

Etiketler: , , ,

Arkadaşlarım ne kadar efendi bir futbol taraftarı olduğumu, ne kadar hakkaniyetli bir Galatasaraylı olduğumu bilir. Bunu Fenerbahçeli arkadaşlarım da tartışmasız kabul eder. Fenerbahçe'nin mağlubiyetlerinde Fenerbahçeli arkadaşlarıma pislik yapmam (Galatasaray'ın ender Fenerbahçe galibiyetleri istisnadır). Örneğin Fenerbahçe'nin yıllanmış kupa hasreti hakkında pek espri yapıp arkadaşlarımı kızdırmam, içimden gelmez.

Ancak şimdi burada bir fotoğraf paylaşmak istiyorum. Lütfen Fenerli arkadaşlarım kızmasınlar, paylaşmadan duramayacağım. Bakınız, şu bakış, gözlerdeki ve surattaki ifade her şeyi özetlemiyor mu sizce de?


Bir Efsanenin Kestaneye Dönüşmesi

2

Etiketler: , , , , , , , , ,

Google'ın spreadsheets diye bir hizmeti var, bilenler bilir. Kendisi tam olarak Microsoft Excel'in online versiyonu. Excel tablolarınızı sanal ortamda kayıtlı tutmak için kullanabiliyorsunuz. Neyse efendim, üniversiteden bir arkadaşımla bu spreadsheets'te ortak olarak kullandığımız bir sheet vardı. Oraya kendi aramızda çevirdiğimiz abes ama anıra anıra güldüğümüz geyikleri yazıp kaydediyorduk. Tabi her geçici heves gibi kısa sürede geçti gitti. Aradan yıllar geçtikten sonra arkadaşım maillerinin arasında o dosyaya rastladığından ve okuduğunda yine anıra anıra güldüğünden bahsedince aklıma bir an "Acaba yeniden devam etsek mi?" sorusu geldi ve anında vazgeçtim. Biliyordum ki zamanında efsaneleşmiş ve tadında bitmiş bir şeyi yıllar sonra yeniden devam ettirmek o efsaneyi yerle bir etmekten başka hiçbir işe yaramaz.

Şimdi bunu niye anlattım? Bir haber duydum da birkaç gün önce: Bir zamanın efsanesi "Çocuklar Duymasın" yeniden başlıyormuş. Hem de hemen hemen aynı kadroyla. Tamer Karadağlı, Pınar Altuğ, dizinin havucu Furkan Kızılay gibi isimler yine demirbaş. Selami karakterini canlandıran Özgür Ozan ise bir başka nadide yapım olan Arka Sokaklar'da oynadığı için eşinden boşanmış olacak ve dizide arada sırada görünecekmiş. Eski bölümlerinde babasından sürekli cep telefonu isteyen Havuç ise artık babasından araba isteyecekmiş. Ben de merak ediyordum, acaba hala çocuğa telefon almadılar mı diye.

Çocuklar Duymasın yayınlandığı dönemin efsanelerindendi. Sit-com dizilerden genelde nefret ederim, bu apayrı bir konu. Ancak dizi memlekette en çok sevilen, en çok izlenen dizilerden biri haline gelmişti. Katlanılamayacak kadar berbat da değildi. En azından milyonda bir ortaya çıkan gülümseten esprileri ve Özgür Ozan'ın oyunculuğu benim için diziyi televizyonda hiçbir şey olmadığı vakitlerde sıkıntıdan izlenebilir kılıyordu.

Ancak bu yaptıkları bir efsaneyi katletmektir. Bir kere dizinin ismindeki "çocuklar" büyüdü, eşşek kadar oldu, daha neyi duymasınlar? Hani eskiden kavgalarını falan çocuklara duyurmamaya çalışıyorlardı, dizinin içeriğiyle ismi uyumluydu. Şimdi bu eşşek kadar adamlar neyi duymasın? Kaldı ki iki çocuktan kız olanı Amerika'da okuduğu için dizide olmayacak, evde tek "çocuk" olarak kazık kadar Havuç kalacak (Herif geldi 20'li yaşlarına, rock albümü falan çıkardı, kendisine hala Havuç diyeceklerse kendilerine ben daha hiçbir şey demiyorum). O halde dizinin adı "Çocuk Duymasın" olarak değişmeli en azından.

Öte yandan dizinin tek oturaklı karakteri olan ve dizinin en yeteneklisi ve diziyi tek izlenir kılan oyuncu Özgür Ozan'ın olmaması bile bu diziyi yayınlamamak için başlı başına bir sebep olmalıydı. Pınar Altuğ oyuncu değil, hele ki sit-com oyuncusu hiç değil. Tamer Karadağlı oyuncu diye bize yutturulan ama tıpkı Özcan Deniz gibi tek tip bir karakteri canlandırabilen, hatta onu da tam anlamıyla beceremeyen, komedi suratı olmayan, tek yaptığı kaşlarını çatıp sert gözükmeye çalışmak olan, vasıfsız ve niteliksiz bir şahıs. Özgür Ozan olmadan sadece bu iki isim üzerine geçmişte efsane olmuş bir diziyi yüklemek gerçekten basiretsizliktir. Birol Güven her ne kadar sevmesem de hatrı sayılır dizi tecrübesi olan bir yönetmen. Nasıl böyle bir hataya düştüğüne inanamıyorum.

Kimbilir, belki de artık kendi kendini tükettiği için yeni bir şey üretemiyor ve para kazanmak için başka bir yol da bilmediğinden, sırf mecburiyetten, sırf ticari kaygılardan dolayı böyle bir proje başlatıyor. Eğer böyleyse daha acı; bir zamanların efsanesi iken Türk televizyonlarının kara bir lekesi haline dönecek bir dizi bekliyor bizleri.

Stratejik Gelişimimde Sivilizasyonun Yeri

0

Etiketler: , , , ,

Öncelikle birkaç gündür buralara kadar yazılarımı okumak için gelme zahmetinde bulunup boş dönen nadide okuyucularımdan özür dileyerek yazıma başlamak istiyorum. Lakin gelin görün ki işler, güçler, koşturmacalar, stresler insanın peşini bırakmayınca böyle güzelliklere vakit ayırmak gerçekten zor oluyor. İnşallah bundan sonra burayı bu kadar fazla boş bırakmayız diyerek bu tatsız konuyu daha fazla uzatmadan konuya dalalım diyorum.

Huyum kurusun; hem aceleci, hem bezgin bir adamım. Ne yapıyorsam, neyle uğraşıyorsam, ister ciddi bir iş, isterse de eğlenceli bir iş olsun farketmez; o anda olsun ve bitsin isterim. Uzun sürüyor ve beni zorluyorsa sıkılır ve yorulurum. İşte tam da bu yüzden strateji oyunlarını oldum olası sevemedim.

Oyun tutkunları az çok bilirler, strateji oyunları ciddiyet ve sabır ister. Nihayetinde oyundur, eğlenmek için vardır fakat strateji oyunları salt oyun olarak tanımlanacak bir olgu olmaktan çıkmıştır artık. Tekrarlıyorum: Strateji oyunları ciddiyet, emek, sabır ve hatta ciddi bir analitik zeka ister. Adı üstünde, "stratejik" düşünmek gerekir.

Şimdi analitik zekamız az çok var şükürler olsun, eh oyunları gereğinden fazla ciddiye de alırım (PES 2009 oynarken Fenerbahçe'ye zorla attığım gol sonrasında Emre Belözoğlu'nun gazetecilere yaptığı kol hareketini bilgisayara karşı böğürerek yapmışlığım vardır). Gelgelelim sabır yoktur bende. Sabır olsa emek vermekten zerre çekinmem, fakat sabırsızlığım strateji oyunlarına bir türlü ısınamamamı sağlamıştır. Tabii İngilizcemin yetersizliği de bu soğukluğun başlıca sebeplerinden biridir.

Birkaç kez denemişliğim vardır Age of Empires, Red Alert gibi oyunları oynamayı. Sonra baktım olmuyor, şu karton üstünde de oynanan Risk isimli oyunun sanal versiyonunu bulup oynadım, daha kolaydı. Fazla kafa yormak gerekmiyordu. Fakat kısa zamanda yıldım hepsinden. Zira her seferinde sabır gösteremeyip her şeyi aceleye getirince strateji mantığına ters düşmemden dolayı tüm oyunu yerle bir ettim ve oyuna küstüm, bir sinirle, küfürler savurarak oyunu bilgisayarımdan kaldırdım. Neyse fazla uzatmayalım, bu durum böyle yıllarca sürdü gitti. Ta ki birkaç gün önce beni sürekli kötü yollara sürükleyen bir arkadaşım tarafından Civilization 3 isimli oyunla tanıştırılıncaya kadar...

Arkadaşım bana önce oyunu oynadığından ve oyunda yaşadıklarından bahsetti. Bir de öyle ballandıra ballandıra anlatıyor ki, canım nasıl çekti anlatamam. "Montezuma'nın ağzını yüzünü kırdım, Sümerlerin şehrini kültürümün köpeği ettim, adamlar bana katıldı, Hintlilerle Almanları üstüste koydum, Gandhi'ye beş vurup bir saydım" dedikçe ben heveslendim, o anlattıkça ben gaza geldim. "Bir de ben oynayayım lan şu oyunu" dedikten sonra başladı her şey.

Öncelikle oyunu bilmeyenler için çok detaya girmeden oyunun konusunu ve oynanışını anlatayım. Oyuna başlarken kendinize bir millet seçiyorsunuz ve tarihin başlangıcında (o nasılsa artık) dünyanın herhangi bir yerinde bir şehir kuruyorsunuz. Daha sonra başka şehirler kurarak dünyaya yayılmaya başlıyorsunuz. Tabi bu arada boş durmuyor, şehirlerinizi hem askeri alanda, hem kültürel alanda geliştiriyor, yeni teknolojiler öğrenerek gelişmelerinizi hızlandırıyorsunuz. Bu gelişmeleri de şehirlerinize yeni binalar kurarak, şehirlerin etrafına yollar ve sulama kanalları yaparak, maden işleterek gerçekleştiriyorsunuz. Daha sonra etrafınızdaki diğer ülkelerle diplomatik ilişkiler kuruyor, teknoloji alışverişi yapıyor, gerektiği yerde savaşa girip gerektiği yerde anlaşmalar imzalıyorsunuz.

Ciddi anlamda geniş ve dolu dolu bir oyun. Bir o kadar da keyifli ve bağımlılık yapıyor. Bir an bile başından ayrılamıyorsunuz. Fakat yazının başından beri söylediğim gibi, ciddi bir sabır ve emek istiyor. Eğer ciddi anlamda gelişmemiş ve özellikle askeri alanda çok iyi bir ilerleme kaydetmemişseniz hiçbir savaşa girmemeniz gerekiyor. Ancak ben ne yapıyorum? Dayanamıyorum, gurur yapıyorum ve çok da milliyetçi biri olmamama rağmen Türklük damarım tutuyor ve silahımı kuşandığım gibi bana posta koyan adamın kuvvetini önemsemeden Allah yarattı demiyor ve girişiyorum. Ama şimdi afedersiniz kıçı kırık Aztec kralı gelip de benden karşılıksız olarak bir teknoloji ister ve bunu isterken "Ya bir aşağılık gibi botlarımı yalar ve isteğimi hemen yerine getirirsin, ya da bir kahraman gibi savaşır ve sonuçlarına katlanırsın" derse oyun da olsa ben ona katlanamam arkadaş. Dedim ya, oyun ciddiyet istiyor ve ben oyunu yeteri kadar ciddiye alıyorum (hatta gereğinden fazla ciddiye alıyorum) fakat sabırlı olup politik hareket etmeyince de hüsrana uğruyorum. Özenle kurduğum, etrafını yollarla ördüğüm, kütüphanesinden askeriyesine her türlü ihtiyacını binbir zorlukla karşıladığım tüm şehirlerimi teker teker kaybediyorum.

Yine de eskisinden daha sabırlıyım, en azından henüz oyuna küsmedim. Şu anda yine Osmanlı ile oynuyorum ama haritaya berbat bir şekilde yayıldım. Yandaki resimde de gördüğünüz gibi etrafımda bir sürü komşum var; Ruslar, Fransızlar, Hollandalılar, Hititler, Portekizliler... (Resimde sadece Edirne etrafındaki Rus ve Portekiz şehirleri gözüküyor) Öyle kötü yayıldım ki birçok şehrim arasında başka başka milletlerin şehirleri var ve ben bir şehrimi diğerine bağlayamıyorum. Ama oyunu bana anlatan arkadaşım sayesinde yavaş yavaş işin çakallıklarını öğreniyorum. Bir kere bu oyunu oynarken Türklüğümden vazgeçmem gerektiğini anladım. Artık gelip ne isterlerse "He ağam, he paşam" diyorum ve istediklerini veriyorum (gerçi gene biri gelip Aztec gibi terbiyesizlik yaparsa gözümü karartıp saldırabilirim). Tabii şimdilik... Sabredersem ilerde nasılsa bunların hepsinin hesabını onlara sorarım diye kendimi teselli ediyorum artık.

Sonuç olarak oyun bağımlılık yapması ve bünyeye stresi salması haricinde benden artı puan almış bir oyun. Her ne kadar strese soksa da oyundaki ayrıntılar, diplomatik ilişkilerde liderlerin tavırları ve yaşanan komik gelişmeler insanı keyiflendiriyor. Tabii ben oyunda henüz 1600'lü yıllardan öteye gidemediğim için birçok ayrıntı ve güzellikle henüz tanışmadım. Sabredersem o da olacak, bakalım...