Stratejik Gelişimimde Sivilizasyonun Yeri

Etiketler: , , , ,

Öncelikle birkaç gündür buralara kadar yazılarımı okumak için gelme zahmetinde bulunup boş dönen nadide okuyucularımdan özür dileyerek yazıma başlamak istiyorum. Lakin gelin görün ki işler, güçler, koşturmacalar, stresler insanın peşini bırakmayınca böyle güzelliklere vakit ayırmak gerçekten zor oluyor. İnşallah bundan sonra burayı bu kadar fazla boş bırakmayız diyerek bu tatsız konuyu daha fazla uzatmadan konuya dalalım diyorum.

Huyum kurusun; hem aceleci, hem bezgin bir adamım. Ne yapıyorsam, neyle uğraşıyorsam, ister ciddi bir iş, isterse de eğlenceli bir iş olsun farketmez; o anda olsun ve bitsin isterim. Uzun sürüyor ve beni zorluyorsa sıkılır ve yorulurum. İşte tam da bu yüzden strateji oyunlarını oldum olası sevemedim.

Oyun tutkunları az çok bilirler, strateji oyunları ciddiyet ve sabır ister. Nihayetinde oyundur, eğlenmek için vardır fakat strateji oyunları salt oyun olarak tanımlanacak bir olgu olmaktan çıkmıştır artık. Tekrarlıyorum: Strateji oyunları ciddiyet, emek, sabır ve hatta ciddi bir analitik zeka ister. Adı üstünde, "stratejik" düşünmek gerekir.

Şimdi analitik zekamız az çok var şükürler olsun, eh oyunları gereğinden fazla ciddiye de alırım (PES 2009 oynarken Fenerbahçe'ye zorla attığım gol sonrasında Emre Belözoğlu'nun gazetecilere yaptığı kol hareketini bilgisayara karşı böğürerek yapmışlığım vardır). Gelgelelim sabır yoktur bende. Sabır olsa emek vermekten zerre çekinmem, fakat sabırsızlığım strateji oyunlarına bir türlü ısınamamamı sağlamıştır. Tabii İngilizcemin yetersizliği de bu soğukluğun başlıca sebeplerinden biridir.

Birkaç kez denemişliğim vardır Age of Empires, Red Alert gibi oyunları oynamayı. Sonra baktım olmuyor, şu karton üstünde de oynanan Risk isimli oyunun sanal versiyonunu bulup oynadım, daha kolaydı. Fazla kafa yormak gerekmiyordu. Fakat kısa zamanda yıldım hepsinden. Zira her seferinde sabır gösteremeyip her şeyi aceleye getirince strateji mantığına ters düşmemden dolayı tüm oyunu yerle bir ettim ve oyuna küstüm, bir sinirle, küfürler savurarak oyunu bilgisayarımdan kaldırdım. Neyse fazla uzatmayalım, bu durum böyle yıllarca sürdü gitti. Ta ki birkaç gün önce beni sürekli kötü yollara sürükleyen bir arkadaşım tarafından Civilization 3 isimli oyunla tanıştırılıncaya kadar...

Arkadaşım bana önce oyunu oynadığından ve oyunda yaşadıklarından bahsetti. Bir de öyle ballandıra ballandıra anlatıyor ki, canım nasıl çekti anlatamam. "Montezuma'nın ağzını yüzünü kırdım, Sümerlerin şehrini kültürümün köpeği ettim, adamlar bana katıldı, Hintlilerle Almanları üstüste koydum, Gandhi'ye beş vurup bir saydım" dedikçe ben heveslendim, o anlattıkça ben gaza geldim. "Bir de ben oynayayım lan şu oyunu" dedikten sonra başladı her şey.

Öncelikle oyunu bilmeyenler için çok detaya girmeden oyunun konusunu ve oynanışını anlatayım. Oyuna başlarken kendinize bir millet seçiyorsunuz ve tarihin başlangıcında (o nasılsa artık) dünyanın herhangi bir yerinde bir şehir kuruyorsunuz. Daha sonra başka şehirler kurarak dünyaya yayılmaya başlıyorsunuz. Tabi bu arada boş durmuyor, şehirlerinizi hem askeri alanda, hem kültürel alanda geliştiriyor, yeni teknolojiler öğrenerek gelişmelerinizi hızlandırıyorsunuz. Bu gelişmeleri de şehirlerinize yeni binalar kurarak, şehirlerin etrafına yollar ve sulama kanalları yaparak, maden işleterek gerçekleştiriyorsunuz. Daha sonra etrafınızdaki diğer ülkelerle diplomatik ilişkiler kuruyor, teknoloji alışverişi yapıyor, gerektiği yerde savaşa girip gerektiği yerde anlaşmalar imzalıyorsunuz.

Ciddi anlamda geniş ve dolu dolu bir oyun. Bir o kadar da keyifli ve bağımlılık yapıyor. Bir an bile başından ayrılamıyorsunuz. Fakat yazının başından beri söylediğim gibi, ciddi bir sabır ve emek istiyor. Eğer ciddi anlamda gelişmemiş ve özellikle askeri alanda çok iyi bir ilerleme kaydetmemişseniz hiçbir savaşa girmemeniz gerekiyor. Ancak ben ne yapıyorum? Dayanamıyorum, gurur yapıyorum ve çok da milliyetçi biri olmamama rağmen Türklük damarım tutuyor ve silahımı kuşandığım gibi bana posta koyan adamın kuvvetini önemsemeden Allah yarattı demiyor ve girişiyorum. Ama şimdi afedersiniz kıçı kırık Aztec kralı gelip de benden karşılıksız olarak bir teknoloji ister ve bunu isterken "Ya bir aşağılık gibi botlarımı yalar ve isteğimi hemen yerine getirirsin, ya da bir kahraman gibi savaşır ve sonuçlarına katlanırsın" derse oyun da olsa ben ona katlanamam arkadaş. Dedim ya, oyun ciddiyet istiyor ve ben oyunu yeteri kadar ciddiye alıyorum (hatta gereğinden fazla ciddiye alıyorum) fakat sabırlı olup politik hareket etmeyince de hüsrana uğruyorum. Özenle kurduğum, etrafını yollarla ördüğüm, kütüphanesinden askeriyesine her türlü ihtiyacını binbir zorlukla karşıladığım tüm şehirlerimi teker teker kaybediyorum.

Yine de eskisinden daha sabırlıyım, en azından henüz oyuna küsmedim. Şu anda yine Osmanlı ile oynuyorum ama haritaya berbat bir şekilde yayıldım. Yandaki resimde de gördüğünüz gibi etrafımda bir sürü komşum var; Ruslar, Fransızlar, Hollandalılar, Hititler, Portekizliler... (Resimde sadece Edirne etrafındaki Rus ve Portekiz şehirleri gözüküyor) Öyle kötü yayıldım ki birçok şehrim arasında başka başka milletlerin şehirleri var ve ben bir şehrimi diğerine bağlayamıyorum. Ama oyunu bana anlatan arkadaşım sayesinde yavaş yavaş işin çakallıklarını öğreniyorum. Bir kere bu oyunu oynarken Türklüğümden vazgeçmem gerektiğini anladım. Artık gelip ne isterlerse "He ağam, he paşam" diyorum ve istediklerini veriyorum (gerçi gene biri gelip Aztec gibi terbiyesizlik yaparsa gözümü karartıp saldırabilirim). Tabii şimdilik... Sabredersem ilerde nasılsa bunların hepsinin hesabını onlara sorarım diye kendimi teselli ediyorum artık.

Sonuç olarak oyun bağımlılık yapması ve bünyeye stresi salması haricinde benden artı puan almış bir oyun. Her ne kadar strese soksa da oyundaki ayrıntılar, diplomatik ilişkilerde liderlerin tavırları ve yaşanan komik gelişmeler insanı keyiflendiriyor. Tabii ben oyunda henüz 1600'lü yıllardan öteye gidemediğim için birçok ayrıntı ve güzellikle henüz tanışmadım. Sabredersem o da olacak, bakalım...

Comments (0)

Yorum Gönder